14 Aralık 2008 Pazar

VAR MISINIZ?

VAR MISINIZ ?
Yok öyle Descartes ‘e falan değinip felsefe yapacak değilim. Haddimize mi düşmüş? Onun yerine bir sözcükle başlamak istiyorum, anlamını ilk duyduğum zaman algılayamadığım. Lise sıralarında basketbol takımlarımızın katıldığı bir turnuva vardı: “ Çalenç turnuvası” . Ben onu bir yer adı ya da basketbol’ a emeği geçmiş bir yabancı kişinin adı zannederdim. Daha sonra bu sözcüğe iş hayatında rastladığımda sözlüğe bakma zamanının geldiğini anlamıştım. Challenge: meydan okuma , hodri meydan ya da bir şeye davet anlamına geliyor. İş ararken gençler “bir challenge arıyorum onun için bu işe başvuruyorum” diyorlardı, üst düzey yöneticiler zor bir işe talip olduklarında , güç ulaşılacak bir hedefi önlerinde gördüklerinde “bu bizim için bir challenge” diyorlardı. Kendimizi aşamamız gereken konumlara davetti bu . Ya da bir karşılaşmaya çağrı. İlle de sen mi yenersin ben mi diye bir sonucu olması gerekmeyen , belki bizim kendimize hodri meydan dememiz anlamına gelen bir çağrı.
Biraz daha hayatın içine girdiğimizde bakın neler görüyoruz.
Emeklemeniz, yürümeniz, konuşmanız, ağzınızda sert bir cismin oluşması ( diş çıkması), ilk okula gitmeniz, ev ödevi yapmanız, kendi vücudunuzu keşfiniz bir challenge değil mi? Liseyi bitirip üniversiteye girmeniz bir challenge, orada lisedeki düzenden farklı bir düzenle karşılaşmanız bir challenge, orada karşılaştığınız arkadaşlarınızla kurduğunuz , eski dostluklara pek benzemeyen ilişkiler bir challenge, sonra karşı cinsle yakınlaşmalar bir challenge, ehliyet alıp araba kullanmaya başlamanız bir challenge, iş aramanız başlı başına bir challenge, işe başlamanız , orada yeni bir çevre bir challenge, iş değiştirmeniz , yeni bir amiriniz olması bir challenge, terfi etmeniz bir challenge. İş hayatı bu kadar yeter diyorsanız özel hayatınıza dönelim. Bir adres aramanız ne? Ya yeni bir şehri ziyaretiniz ? Yeni bir ülke , yeni bir sefer?Her yaptığınız alışverişte bir yeniliğe davet yok mu? Ya yeni aldığınız Pc , müzik seti , DVD ve diğer cihazları kullanmak , işletmek hodri meydan demiyor mu size ? Yağmurdan kaçmanız , kayak kaymanız, yelken yapmanız , yüzmeniz doğaya challenge değil mi? Evde küçük de olsa bir tamirat yaptığınızda bir challenge ile karşı karşıya değil misiniz? En büyük karşılaşma ise evlenmeniz , veya çocuğunuzun doğması olmalı. Daha ileri gidelim mi? Bu kadarı yeter her halde. Challenge , meydan okuma ve bir şeylerle karşılaşma, bir zorluğu yenme, bir sorunu çözme, yeni bir çevreye alışma, hayatımızın her anında var. Ya da tersi : Biz varsak challenge de var. Kaçarsak , odamıza sığınırsak , insanlarla, doğa ile kesişmekten kaçarsak varlığımız sorgulanmaz mı?
Unuttum sanmayın , dünyaya ilk adımımız, ilk “challenge”miz değil mi ?
O halde var mısınız yaşamaya?

DOSTLUK

.
TEKNOLOJİ İLERLEDİ DOSTLUK ZAYIFLADI




Anne ile babanın konuştuğu görülmez ama karar verilmiştir ve çocuklardan biri heyecanla kapıdan dışarı uçar ve yan komşulardan birine doğru yol alır. Kapı çalınır, önünde beklenir bir süre akşamın sessizliğinde. Sonra dilden dökülür akıldan daha önce geçirilmiş sözcükler:
“Bir maniniz yoksa annemler size oturmaya gelmek istiyor bu akşam”
Heyecanla geri dönülür, yemek masası toplandıktan sonra , ailece oturmaya gidilir. Çocuklar biraz sonra içerdeki odaya geçerler, kulaktan kulağa ya da isim şehir oynarlar. Büyükler sanki hiç aşılmayacakmış gibi görünen ,” Eh nasılsınız? Daha daha nasılsınız bakalım? sorularının karşılıklı gönderiliş ve yanıtlanışları geçer ve bütün bunlar koyu sohbetlere bağlanır . Kahveler “ ziyade olsun”la, çayın yanında sunulan , evde yapılan kek veya kurabiyeler “ ellerinize sağlık” la onurlandırılır , daha sonra çok geç olmadan kalkılır ve “ bize de bekleriz “ ile noktalanır bu gece.

Koşuşturma ve bir yerlere yetişme baskısı altında yaşadığımız bugünlerde bu ziyaretlerin benzerleri hala yapılıyor mu acaba? Pek sanmıyorum… İnsanlar çok çalışıyor, ama çok değerli zamanlarını komşularına, sevdiklerine, anne babalarına, kardeşlerine ayıramıyorlar. Özel günler ve bayramlardaki buluşmalarla yetiniliyor çok yakınlarımızla. Akrabalarımızı ise yalnız cenazelerde ve nikahlarda görüyor “görüşelim abi”, “ben seni ararım abla “ diye iyi niyetle geçiştiriyoruz ve görüşmeyi bir sonraki sefere kadar erteliyoruz.

Öte yandan toplum hayatımızda , gelişen teknolojiden, küreselleşen dünyadan, internetten, bilgi çağından söz ediyoruz. Araba alıyor , varsa yeni modeli ile değiştirmeyi düşünüyor ama arkadaşlarımızı , dostlarımızı ziyarete gitmeyi düşünemiyoruz. Cep telefonu alırken wap ve internete ulaşanı arıyoruz. Ne için , ne zaman kullanıyoruz ? Çocuklarımıza bir yandan hoşgörü örneği olarak , öte yandan modern çağa uymak bağlamında cep telefonu alıyoruz ama onlar birbirlerine olur olmaz zamanda gönderilmese ne kaybedilecek bilinmez , mesajlar gönderiyorlar ; bilgisayar alıp her iki yılda bir gelişmişi ile değiştiriyoruz , ama chat denilen saçma sapan konuşma lisanı ile vaktimizi cömertçe harcıyoruz, Türkçe’mizi katlediyor, kısıtlı sözcüklerle konuşma darlığına ve vasata mahkum olmaya hızla ilerliyoruz. Öte yandan masum kan ihtiyacı ve iş arama şeklinde başlayan elektronik posta zincirleri, şimdilerde fikir tartışması adı altında onun bunun görüşlerini dinleme ya da okuma zorunluluğuna dönüşürken, posta kutumuza bir kaç değişik yerden gelen aynı mesajlar, iş hayatımıza hiç bir olumlu katkı yapmazken, hem bilgisayarımızı dolduruyor , yer işgal ediyor hem de işverenimizin vaktinden haksız olarak vakit çalmamıza neden oluyor. Karikatürler, fıkralar derken okuyarak zamanı öldürüyoruz (Vallahi ben hiç okumadan atıyor ya da filtre koyuyorum bunlardan kendimi korumak ya da kaçmak için).
Teknoloji iyi güzel , ama bunu verimli olarak kullanmak, iş hayatımızdaki uygulamalarda yararlanmak gerekli. Ama insanlığımızı aklımızdan çıkarmadan, çok yakınlarımızın doğum günlerini unutmadan, dostlarımızın adını hatırlamakta zorluk çekmeden, akrabalarımızın yüzlerini unutmadan yaşamaya , arada bir sevdiklerimize zaman ayırmaya , maç veya televizyon programları seyretmeden ziyaretler yapmaya , teknolojinin bize sağladıklarını biraz da insani duygular için kullanmaya ne dersiniz ?

GÖRÜŞ AÇIMIZ

Önce bir Montaigne’i dinleyelim.
Bizi seçtiğimiz bu yolda, hamlelerimizi güçlü kılma yolunda destekleyecek önerileri var. Bunlara gereksinmemiz var , çünkü insan duygusal bir yaratık ve duygularının yönlendirmesi sonucu davranışlarda bulunuyor. Sonra da bu tercihlerinin sonucunda bulunduğu konum hakkında yorum yapıyor. Yani mutlu olmak veya şikayet etmek hep bizim tercihlerimiz sonucu oluşan durumlar. Bunu da birinci derecede biz kendimiz etkiliyoruz:
Neden içinde yaşadığın zamanın saçmalığının ve vahşetinin kışkırtmalarına kapılıp bunlar karşısında boyun eğiyorsun? Bütün bunlar yalnız senin tenine dokunabilir, ama özüne asla işleyemez. Dış dünya senden hiçbir şey alamaz ve aklını da , sen kendin karıştırmadığın sürece , karıştıramaz. Zaman içinde olup bitenler, onlara katılmayı reddettiğin sürece senin karşında güçsüzdür; zamanın çılgınlığı ise sen zihninin berraklığını koruduğun sürece gerçek anlamda sıkıntı kaynağı olamaz.. Yaşadığın en kötü şeyleri , görünüşte aşağılayıcı olanları, kaderin sillelerini ancak onların önünde zayıflığını gösterecek olursan duyumsarsın; çünkü senden başka kim onlara değer verebilir, ağırlık tanıyabilir, onların zevk ya da acı kaynağı olmalarını sağlayabilir? Ancak sen kendini yüceltebilir ya da aşağılayabilirsin.
İç dünyasında sağlam ve özgür kalabilen, dışardan gelen en ağır baskıya bile kolaylıkla göğüs gerebilir.
On altıncı yüzyılın , belki de tüm zamanların en büyük düşünürü bize göreceliği öğretiyor ve bunu yaşam yolu olarak gösteriyor. Yani sıkıntı , sorun, problem gibi kavramların mutlak büyüklüklerinin olmadığını bizim bunları büyüttüğümüzü anlatıyor. Aslında doğru söylüyor . Hayatta tek bir problem vardır sizin için, sizi üzebilecek. O da sevdiğiniz birinin ölümcül bir hastalığa yakalanmış olması ve acı çekmesi sizinde onu kaybetme ihtimalinizdir bu. Bunun dışında olan bütün olaylar gerçekte mutlak bir sorun veya başa çıkılamayacak , üstesinden gelinemeyecek bir olay değildir.
İyi de ben ne yapayım diyorsanız işte size çözümü: Her gün işe giderken metalden yapılmış zırhınızı giyin, günlük olayların sizin içinize girmesini o engelleyecektir. Ne şefinizin ters davranışı, ne sevgilinizin sizi terk etmesi ne iş arkadaşınızın size beklemediğiniz sertlikte davranması ne işten ayrılmanız, ne borsada para kaybetmeniz ne verdiğiniz kararın yanlış çıkması , ne arabanıza arkadan birinin çarpıp kaçması , ne musluğun su damlatması, ne ayakkabınızın sıkması, ne elbisenize yemek dökmeniz ,ne küçük sorun, ne büyük sorun ( bunun büyüğü küçüğü olmaz demiştik hatırlamadınız mı bunların boyutunu biz tayin ediyoruz) , bu metal zırhı delip size ulaşmamalı. Bu zırhın kalınlığı ve geçirmezliği sizin elinizde.
Bakın size bir sır ve formül vereyim. Bunu yaşadıkça göreceksiniz ve deneyip öğreneceksiniz ama ben size önceden fısıldayayım : Bu zırhın çok mükemmel olması mümkün.
Yaşadığınız olumsuz olaylar bu zırhın kalınlığını ve geçirmezliğini güçlendirir. Yani her sorun diye karşınıza çıkan şeyi başarı ile def edip yüreğinize girmesini engellediğinizde bir sonraki sefere daha güclü olacaksınız.